Aydemir, konferansının başlığını verdikten sonra konuşmasının sınırlarını çizerek söze başladı. Klasik Türk Şiirinin/Divan Şairinin şiir kurgusunda mana ile ses ve söz birlikteliğindeki ustalığına, bu ustalıkta şairin kişisel başarısı ile Divan Şiiri geleneği arasındaki ilişkiye örnek metinler üzerinden değineceğini ve yer yer geleneğin ifade biçiminin şekillenmesinde model olarak görülen kaynak ve değerler bütünü ile ilişkilendirerek meseleyi ele alacağını söyledi.
Divan şiirinin bir medeniyetin edebiyatı olduğunu, bu medeniyetin üst kimliğinin İslam olduğunu, dolayısıyla üst kimlik içerisinde ortaya konan edebî eserlerin birbirinden bağımsız olmadığını; bu çerçevede Klasik Türk edebiyatının Fars edebiyatı ve Arap edebiyatı ile de birçok açıdan benzerliklerinin olmasının doğal olduğunu belirtti. Bu üst kimlik içerisinde Arap edebiyatının, Fars edebiyatının ve Türk edebiyatının üsluplarıyla birbirinden ayrıldıklarına işaret etti. Bu durumun diğer alanlarda da görüldüğünün altını çizdi.
Aydemir, edebiyatın, genelde sanatın gücünün medeniyetin gücüyle doğru orantılı olduğunu, güçlü medeniyet yoksa güçlü edebiyatların da olamayacağı tespitini yaptı. Arkasından şiirde aranan hususun özgünlük olduğunu, bu özgünlüğün okuyucu ile şairin arasına duvar örmeyecek bir özgünlük olması gerektiğini ifade etti. Şairin kültürel arka planı ile okuyucunun zihinsel arka planı örtüşmediği sürece şiirden zevk almak hayli zordur dedi. Okuyucu kadar şair için de bu zorluğun geçerli olduğunu söyledi. Aydemir “Divan şairinin şiirini kurgularken gelenekten ayrılmaması ama aynı zamanda özgün söyleyişlere ulaşması beklenir. Bu ince işçiliktir.” dedi.
Şiiriyetin ikinci önemli özelliğinin ahenk olduğunu vurguladı. Bunu büyük ölçüde redif, kafiye ve veznin sağladığını ifade etti. Her birinin katkılarını örnekler üzerinden dile getiren Aydemir, bahsi geçen hususların yanında şairin benzer seslerle oluşturduğu armoninin de şiirde ahengi sağlayan bir başka husus olduğunun altını çizdi. Büyük şairlerin bu seslerin kullanımında mana ile uyumluluğa dikkat ettiklerini, sadece mana olarak değil duyguların, hislerin ifadesinde de bu ses armonisinden yararlandıklarını söyledi. Bu çerçevede yazılan metnin kimi zaman bir resme, kimi zaman hareketli bir sahneye dönüştüğünü, anlatılan duygunun cinsine göre vücut hareketlerini gözümüzün önüne getirdiğini örneklerle izah etti. Necâtî Bey’in;
Lâle-hadler yine gülşende neler etmediler
Servi yürütmediler goncayı söyletmediler
Beytinde durumdan yakınarak elini dizine vuran bir insanın vücut hareketlerinin göründüğünü söyledi. Aynı şairin;
Lütf idüp sorar isen haste Necâtî hâlin
Gâh olur bilmez olur kendözini gâh bilür
Beytinde, hâlini sormayı bile lütuftan sayacak bir hasta görüntüsü çizildiğini, şairin sekerat hâlinde bulunan, zaman zaman bilincini kaybeden hasta resmini "gâh gâh" tekrarından da yararlanarak ifade ettiğini, beytin birinci mısraının sonunu "hâlin" kelimesiyle “fa'lün” biçiminde bitirerek ortaya çıkan ses kaybı ile hastanın zorlukla konuşması olgusunu sesle desteklediğini ifade etti. Aynı şekilde ikinci mısrada redif öncesinde yer alan "gâh" hecesinin medli okunuşunun, bilincini kaybeden hastanın uzunca bir süre sonra aniden kendine gelişini hissettirdiğini söyledi.
Yahya Bey’in;
Çekelüm gün gibi ak sancağ ile şarka çeri
Kara toprağa karalum kıralum surh-seri
Beytinden hareketle savaşa giden bir asker şairin beytinde tercih ettiği seslerin hem bir asker tavrını hem de karşı tarafa olan hıncını sesle de verdiğini ifade etti. Buna göre şairin; veznin durakları da dikkate alındığında birinci mısrada sanki mehter marşına uyum sağlayarak hareket eden bir gidiş hissinin olduğunu, tercih edilen “ç”, “k”, “ş”, “r”, “n” sessizleri ile “e”, “i”, “ü” sesli harflerinin oluşturduğu armoninin bir taraftan vurulan köslerin seslerini diğer taraftan kılıç şakırtılarını hatıra getirdiğini, birinci mısraın aksine ikinci mısrada tercih edilen “k”, “t”, “r”, “p”, “ha” aliterasyonu ile buna eşlik eden “a”, “o”, “u” “ı” kalın ünlülerinin düşmana olan hıncı verdiğine dikkat çekti. Aydemir, Divan şairinin bu seslerdeki ustalığını büyük ölçüde zihniyet dünyasını oluşturan idealize edişle geleneğe borçlu olduğunu, bunun yanında kişisel kabiliyetler ile az sözle özlü ve çok şey söyleme konusunda kutsal kitabı model almasının etkili olduğunu söyledi.
Edebiyatın hayattan kopuk olmasının mümkün olmayacağını vurgulayan Aydemir, şiirin diğer sanatlarla da iç içe olduğunu, ses konusundaki başarısının müzikle yakından ilgisi bulunduğunu belirtti. Dinleyicilerden gelen “Divan şiiri sarayın şiiri değil midir ki siz edebiyatın medeniyetle birlikte var olduğunu söylüyorsunuz?” sorusuna karşılık da “Bugün Cumhur Başkanlığına, Başbakanlığa, hatta Meclise hitap edip de sana hitap etmeyen bir duygu, bir şiir olabilir mi?” Sorusuyla karşılık verdi. Divan şiiri konusundaki yaygın kanaatin hiçbir temelinin olmadığını; öne çıkan birçok Divan Şairinin farklı bölgelerden geldiğini; Fuzulî’nin Kerbele, Necef, Hille civarında yaşadığını, İstanbul’a hiç gelmediğini, Zâtî’nin Balıkesirli bir çizmecinin oğlu olduğunu, geçimini büyük ölçüde Bayezid Camii avlusunda fal bakarak sağladığını, Nef’î’nin Erzurumlu olduğunu, Nâbî’nin Urfa’dan geldiğini ifade ederek belli bir zümreye hitap ve belli bir kesim şaiir gibi yaftaların temelden yoksun olduğunu söyledi. Aydemir, bu bakış açısının sağlıklı olmadığını, bir dönemin ideolojik yaklaşımları olduğunu ve birçok alanda olduğu gibi bu alandaki birikimlerin de elimizin tersiyle itildiğini ifade etti. Medeniyet olmadan gelenek olmayacağını, gelenek olmadan sanat ürünlerinin ortaya konamayacağının altını bir kez daha çizen konuşmacı, bugünkü halimizin değerler savrulması yaşayan toplumların ortak hali olduğunu; bir toplumun mimari ile ekonomisinin, tıpla mühendisliğinin, edebiyatla müziğinin gelişmişliği veya gelişmemişliğinin birbirinden bağımsız olamayacağını ifade ederek konuşmasını bitirdi.