25 yıldır profesyonel olarak, uzun zamandır da mukayeseli İslam ve Batı çalıştığını söyleyen Türker, okuduğumuz kitapların belli bir perspektife göre belirli kalıplarda verildiğini ve bizim bu kalıplar doğrultusunda olayları yorumladığımızı, ancak klasik kaynakları okudukça bazı şeylerin farklı olduğunu gözlemleme fırsatı bulduğunu ve yaptığı çalışmalarda bunları gündeme taşıdığını ifade etti. Bu anlayışından dolayı meslektaşları tarafından farklı yerde duran araştırmacı olarak değerlendirildiğini belirterek, meseleye güncel sorunlardan ziyade kökene inerek başlamak istediğini söyleyerek konuşmasına başladı.
Sünni bir İslam dünyası içerisinde yaşadığımızı kabul ettiğimizi söyleyen Türker, Rum Suresi 2. Ayetinde geçen -“Rumlar yeryüzünün en alçak yerinde yenildiler”- “ednal arz” ifadesine meallerin bir çoğunda “size en yakın yer” karşılığı verilirken, Yaşar Nuri Öztürk’ün “yeryüzünün en alçak yeri” karşılığını verdiğini, savaşın Mekke’ye 900 mil uzağında bir yerde olduğunu, hiçte yakın yer olmadığını, Jeolojiye de baktığımızda bu bölgenin 4500 mil uzunluğunda Dünya’nın en büyük ve en derin fay (kırılma) hattında(Rift Vadisi) bulunduğunu, bu durumun petrolün de bu bölgede oluşunu açıkladığını vurguladı.
Bu bölgenin siyasi ve iktisadi bir başka özelliğinin de “Doğu” “Batı” ekseninin buluştuğu ve aynı zamanda çatıştığı yer olduğunu, M.Ö. 6.yy da Pers İmparatoru Serhas’ın Batıya doğru Kartaca’ya kadar bir sefer gerçekleştirdiğini, daha sonra IV.İskender’in bunun rövanşını Asya seferiyle aldığını söyledi. Eskiden beri toplumların (Asya, Afrika ve Avrupa Akdeniz Havzası) ticaret yollarının(damarlarının) buluştuğu yerin(kalbi) Kızıldeniz’le birlikte Doğu Akdeniz (Ednal Arz) olduğunu, Doğu(Sasaniler) ve Batı(Bizanslılar) bu ticari potansiyeli elde etme kavgası verdiğini belirtti.
Türker, İslam’ın doğuşundan önce Hicaz’ın bu büyük devletlerin ilgisini çekmediğini, çöllerle kaplı ama ticari olarak öneme sahip olduğu için, Arabistan’daki kabilelerin Sasaniler ve Bizanslılar arasında bölüşüldüğünü söyledikten sonra bunlar arasında tarafsızlığını koruyan bir tek kabilenin Kureyş’ten Abdulmenafoğulları olduğunu ifade etti. Ümeyyeoğulları’nın (lideri Ebu Süfyan) Şam’la ticaret yaptığını ve Bizans’a delege gönderebildiği tespitine yer verdi.
İşte bu ortamda “İslam”ın Abdulmenafoğullarından Muhammed’in diliyle ortaya çıktığını, bunun; “İslam öyle bir dindir ki ne Doğulu ne de Batılı(yada hem doğulu hem de batılı)dır.” çıkarımının iktisadi ve siyasi mesaj olduğunu, yani bu bölünme hattının üzerinde ne Bizans ne de Sasani taraftarı olmayan birisinin diliyle ortaya çıkan din olduğunu, belli bir süre sonra da İslam’ın ortadan kaldırılamayan güç haline dönüştüğü kabul edilerek, hem Bizanslılar Hem de Sasaniler’in bu gücü kullanmak istediklerini, bu durumun doğurduğu tartışma sonucu Rum suresinin ilk ayetlerinin indiğini söyledi:
“Rumlar yeryüzünün en alçak yerinde yenildiler; onlar bu yenilgilerinden sonra üç ila dokuz yıl arasında galip geleceklerdir. İş eninde sonunda Allah’a aittir. İşte o gün, inananlar istediğine yardım eden Allah’ın yardımına sevineceklerdir. O güçlüdür, merhametlidir.”Rum(2-5)
Türker, İslam Tarihinde Hz. Ali’nin halife oluşunu, Cemel ve Sıffın savaşlarının ardından hakem olayıyla halifeliğinin elinden alınarak Muaviye’nin halifeliğe geçmesinin sağlanmasında örtük kalan Muaviye (ve babası Ebu Sufyan)nin Bizanslılarla ilişkileri ve bu darbedeki etkilerine dikkat çekti. 661 Emevi darbesinin ve 680’deki Kerbela olayının apaçık bir şekilde Bizans etkisiyle gerçekleştiğini, diğer taraftan Sasani toprakları ele geçirildikten sonra Sasani Kralının kızı Şehrul Banu’nun Hz. Hüseyin’le evlendirilerek, Ali’nin Sasanilerin velisi, Sasanilerin de Ali’nin mevlası(dostu) olduğunu ifade etti. Bu arada Türklerin Pers etkisinde İslam’ı kabullendiğini, Türklerin Ali’ciliğinin de buradan geldiğini söyledi.
Konuyla ilgili bir başka (örtük kalan) bilinmeyenin de 661’den 720 yılına kadar devletin resmi dilinin Rumca oluşu ve yönetici sınıfının büyük oranda Rum(Bizans) kökenli olduğuna dikkat çekti. Muaviye ile başlatılan bu anlamda Doğuya karşı düşmanlığın Emevi iktidarını sağlamlaştırmak adına İslam’ın bazı kavramlarının manipüle edilerek açıkça çarpıtıldığını ve bunun en çok da hadislerle yapıldığını örneklendirerek açıkladı.
747 yılında Perslerin etkisiyle (Türkler de İçinde) Şubiye denilen bir hareketle Emevilerin yıkılarak yerine Abbasiler devrinin başladığını, bürokrat ve siyasi kadroların değiştirilmesiyle yeni kadrolara ihtiyaç duyulduğunu, Bizans kodlarıyla donatılmış yeni bürokrat yetiştirme amacıyla 830 yılında “Beytül Hikme”nin kurulduğunu, bu dönemlerde Horasan’da yetişen isimlerden Bağdat’ta duyduğumuz Farabi, İbni Sina, Nasrettin Tusi ve Gazali gibi bir çok filozofun Şii bölgelerde tutunabildiğini söyledi. Bağdat’ta Nesurilerin, Suryanilerin, Helenlerin ve Bizanslıların edebiyatının ilgi çeker olduğunu, Abbasilerin de Emevilerden daha güçlü bir şekilde Helenleştirme politikası uygulamaya başladığını, İslam’ın temel kavramlarının Helenleştirmeye konu edinildiğini, Arap dilbilim yapısının Helenistik kodlara büründüğünü ve mantıksal teorilerle bütünleştirildiğini, bu hareketlerle Arapçadaki cümle yapı biçiminin değiştirilmesinin açımlandığını söyledi.
Türker, Emevilerle başlayan Abbasiler döneminde de devam eden durum karşıtlığının ortaya çıktığını, “Yani İslamiyet’in yüzü batıya sırtı doğuya dönüktür.” Katolik “dehası” buradan elde edeceği siyasi faydayı keşfettiğini, “Çünkü Avrupa’da 5.yy yaşanmış bir Hun tecrübesi vardı.” İslamiyet’in zayıf cephesine(doğuya) Moğollara dönerek (7.yy) Moğol erkeklerini Hristiyan prenseslerle evlendirerek akrabalık bağları kurulduğunu, bu durumun Moğol istilalarının her yeri kasıp kavururken, İstanbul’da ve Polonya’da neden durduğunu açıkladığını, Moğol Frank(Avrupa) ittifakının hedefinin İslam düzeni olduğunu vurguladı.
Türker’e göre İslam metafiziği dinamizm üzerine kuruludur. İslam’da değişim ve dönüşümün tamamlanmamışlığı esastır. Gazali’lerin özellikle ezeli bir madde fikrini savundukları için Müslüman dairesi dışına çıktıklarını iddia etiğini, bu görüşün doğru olduğunu belirtti.
Türker’e göre İslam metafiziği dinamizm üzerine kuruludur. İslam’da değişim ve dönüşümün tamamlanmamışlığı esastır. Ezeli bir madde anlayışının kabulünün sonuçları; MÖ.7.yy. Helen topraklarında Orfeus dininde görülmüştür. “Her insan günahkâr olarak doğar.” anlayışı insanların günahlarından arındırılması anlayışına götürmüştür. Bu da o zamanlar “Traji” adıyla kurumlaşmaya götürmüş, daha sonra “Katarsis Sistemi” denilen bu yapı, Hrıstiyanlık’ta kilisenin kontrolünde “vaftiz” haline dönüştürülmüştür. Çünkü Helen kozmolojisinde ezeli madde cisimlere dönüşür. Aristoteles’e göre birisi tarafından hareket ettirilmeyen cisimler sükûnetini sürdürür. İnsan aklı da böyle pasiftir. Ta ki tanrısal akıl ona hareket verinceye kadar. İnsan aklının kendi kendine yeterli olmadığı yani dinamik olmadığı, dolayısıyla insan ruhunun doğuştan günahtan arındırılması gerektiği kabul ediliyor.
Türker, İslam’ın ise her şeyin bir hiçlikten meydana getirildiğini, insan ruhunun günahsız ve insan aklının kendi kendine yeterli, hakikati bulabilecek yeterlikte olduğunu söyledi. Ancak insan düşünürken şeytanın ve nefsinin etkilerinden dolayı hata yapar. İşte “Tezkiye” (katarsis) insan aklının arızi faktörlerden arındırılması demektir. Bütün olarak Peygamberin ve Kitabın rolünün “Size bir peygamber gönderdim arınasınız diye.” ayetinin tezkiyeyi anlattığını söyledi.
Modern dönemde Descartes gibi filozofların Aristotelesçi hareket teorisine karşı olduğunu bu yüzden kiliseyle karşı karşıya gelindiğini, İslam’da da hiçlik fikrinin ezeli maddeye dönüştürülmesiyle birçok şeyin de değiştirildiğini, “örneğin; çoğu İslam filozofunun kabul ettiği Aristotelesçi mantık ve tarif teorisinin statikliği gibi. Hâlbuki İslam’daki bilgi evreni dinamiktir.” gibi açımlamalarla izahladı.
Sonuç olarak: İslam Dünyasında iki büyük akli ve kültürel dönüşümün yaşandığını;
birincisinin, Emevilerin başlattığı daha sonra Abbasilerin sürdürdüğü Helenleşme programı,
ikincisinin ise, 18.yy dönme ve değiştirme sınıfı tarafından planlanan ve yönetilen Batılılaşma hareketi olduğu tespitini yaptı. Bu iki sonucun her ikisinin de birbirini tamamlar mahiyette olduğunu, asıl kırılmanın 661’de gerçekleştiğini, İslam’ın içerisinde değil Tarihsel İslam’ın içerisinde yaşadığımızı bunun sonucu olarak da; ya Sasani iradesine, ya da Bizans(Avrupa) iradesine hizmetkârlık yaptığımızı, Sünni demek Romalı, Şii demek Pers demek olduğunu, çünkü bölünmeye yol açanın bu iktisadi ve siyasi problem olduğunu, İslam’ın ne doğulu ne de batılı olduğunu üçüncü paradigmayı oluşturduğunu söyledi. Soru cevap kısmından sonra konferans sona erdi.
Günün anısına Enstitümüz adına yönetim kurulu üyemiz Atila Kaynak tarafından Prof. Dr. Sadık Türker’e plaket takdim edildi.